GÜVERCİNLER
KUŞLARIN BAKIMI
BAKIM GEREKLİLİKLERİ
HASTALIKLARI
KÜMES BAKIMI VE SİZ
IRKLAR
IRKLARIN ÖZELLİKLERİ
MALZEME İHTİYAÇLARI
KUŞLAR HAKKINDA
ÇEŞİTLİ YAZILAR
TARİHÇE
İLETİŞİM VE İRTİBAT
TARİHÇE

İSTANBUL'DA KUŞÇULUK

Kuşçuluk tabiri Türkiye'de çeşitli devirlerde farklı anlamlar taşımıştır. Osmanlı Devletinin klasik örgütlenmesinin yürürlükte olduğu daha eski devirlerde kuşçu adı daha çok doğan, atmaca gibi yırtıcı kuşları yakalayıp evcilleştirerek bunlarla av yapanlara verilirdi. Padişahın avlanması için av kuşları temin edip besleyen doğancılar önceleri yeniçeri ocağına bağlıyken daha sonra enderun halkına dahil edilmişler ve 17. yüzyılın sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. 19. yüzyıl sonlarında ise İstanbul'da kuşçu tabiriyle saka, florya gibi çeşitli ötücükuşları kafeste besleyen meraklılar kast edilmekteydi.

Klasik devrin kuşçuları hakkında baznamelerden, fermanlardan, tahrir defterlerinden bilgi edinmek mümkündür, fakat yakın geçmişin kuşçuları hakkında bazı edebiyat eserlerindeki kısa değinmeler dışında hemen hiçbir yazılı kaynak yoktur. Halbuki kafeste kuş beslemek cumbalı ahşap evli, Arnavut kaldırımı döşeli dar sokaklı eski İstanbul mahallesinin ayrılmaz bir parçasıydı. Evlerin çoğunda küçük bir tahta kafes içinde bir sakakuşu beslenir, güzel havalarda kafesleri cumba önlerine asılan sakaların birbirlerine seslenmeleri sokağı şenlendirirdi. Güzün bostanlarda, mezarlıklarda kuş tutmak eski İstanbul'da çocuk olmanın icaplarındandı. Bu çocukların çoğu büyüyünce bu hevesi terk eder, pek pek evinde bir sakakuşu bulundururdu. Ancak bir bölümü bir avuç yem karşılığında tatlı ötüşleriyle sahibini engin kırlara, ormanlara götüren bu küçük yaratıklara bir ömür boyu sürecek bir tutkuyla bağlanırdı. İşte kuşçular bunlardı.

Günümüzde hızla yok olan bu geleneğin incelemeye değer olması yalnızca eski hayatımızda yer almış olmasından kaynaklanmıyor. Kuşçular yüzyıllar içinde, ilgilendikleri kuşlar hakkında kısmen öznel olan, kısmen hurafe niteliği taşıyan, fakat çoğunlukla da günümüzün bilimi tarafından doğrulanan bir bilgi dağarcığı oluşturmuşlardı. Dolayısıyla kuşçuluk yalnızca eski hayatımızın bir parçasını oluşturduğu için değil, bu bilgi dağarcığı ve etrafında oluşan renkli kültür sebebiyle de incelenmeye değer.

Bugün İstanbul'da kuşçuluk can çekişmektedir. Şehrin ortasındaki ve çevresindeki yeşil alanların ortadan kalkması, eski mahalle dokusunun kaybolması ve geleneksel kültürden uzaklaşılması ile kuşçuluk da İstanbul hayatındaki yerini hızla kaybetmiştir. Bununla beraber, özellikle eski toplumsal ilişkilerin kısmen de olsa korunabildiği semtlerde olmak üzere, kuşçuluk kültürünün son nesli hâlâ ayaktadır.

Kuşçuluk belirli yabanî kuşların yakalanması, kafeste beslenmesi ve ötüm zamanı genellikle kuşçu kahvelerinde toplanılarak kuşların karşılıklı öttürülmesi faaliyetlerini içerir. Kuşçuların en çok beslediği kuşlar sakakuşu (Carduelis carduelis} ve floryadır (Carduelis chloris). İspinoz (Fringilla coelebs) ve iskete (Carduelis spinus) daha az beslenen kuşlardır. Bu dört tür de ötücükuşlar (Passeriformes) takımının Fringillidae familyasından, tohum yiyerek beslenen kuşlardır.

Sakakuşu 12 cm uzunluğundadır. Sırtı ve yanları kestane, karnı beyazdır. Yüzünde parlak kırmızı bir maske vardır. Maskeyi krem rengi bir şerit çevreler. Bu şerit de siyah bir hilâlle sırttan ayrılır. Kanatları ve kuyruğu siyahtır. Kanatlarının ortasında parlak sarı, enli bir şerit yer alır. Dişi erkeğe benzer, fakat daha ufak ve donuk renklidir. Avrupa, Orta Asya'nın batı kesimi, İran, Anadolu, Kafkasya ve Doğu ve Güney Akdeniz kıyı şeridinde ürer. Üreme mevsiminde ağaçlık çayırlarda, özellikle bahçelerde bulunur. Sık ormanlarda ve yükseklerde bulunmaz. Bir ağaca kurduğu yuvası yerden 4 ilâ 10 m yüksektedir. Dişi 4-6 yumurta yumurtlar ve bir üreme mevsiminde 2-3, ender olarak 4 kere kuluçkaya yatar. Sakakuşunun adının kökeni ilginçtir. Parlak renkleri, güzel ötüşü ve kafeste kolay beslenebilmesi sebebiyle sakakuşunun çok eski dönemlerden beri kafeste beslendiği bilinmektedir. Doğada sakakuşunun yuva yapmak ya da besin elde etmek için küçük dalları iki ayağı ile tünediği zemine kıstırıp kendine doğru çekebildiği gözlenmektedir. Ortaçağda sakakuşunun bu özelliğinin keşfedildiği ve bunun bir seyir haline getirildiği bilinmektedir. Kafeste beslenen sakanın içme suyu küçük bir kap içine konarak kap tüneğe bağlandıktan sonra kafesin dışına sarkıtılmaktadır. Sakakuşu susayınca doğal yeteneğini kullanarak su kabinin ipini ayaklarıyla çekip kabı tünek hizasına getirmekte ve suyu içmektedir. Bu özelliği sakakuşunun sakalık, yani su satıcılığı mesleğinin adıyla anılmasına yol açmıştır.

Florya 15 cm uzunluğunda olup sakaya göre dahi iri yapılıdır. Rengi genel olarak kirli yeşildir. Erkeğinin göğsü sarımtırak , kuyruk ve kanat kenarları limon sarısıdır. Dişi belirgin biçimde ufak ve kahverengi-yeşildir. Floryanın üreme bölgesi de hemen hemen sakanınkiyle aynıdır. Florya da sakakuşu gibi ağaçlık çayırlarda, bahçelerde bulunduğu gibi sakanın pek tercih etmediği orman kenarlarında da görülür. Florya yuvasını genellikle saka gibi yükseğe yapmaz, fakat sık çalıların arasına yaptığı yuvasını iyi gizler. Dişi 4-6 yumurta yapar ve bir mevsimde 2-3, ender olarak 4 kere kuluçkaya yatar. Florya adı Rumca yeşil anlamına gelen floros kelimesinden gelir Eski kuşçuların çoğu florya yerine flürye de derler. Saka ve floryalar üreme mevsiminde genellikle bir bölgede birbirine yakın olarak yuva yapan topluluklar halinde bulunurlar. Fakat bu dönemde çiftler arasında fazla bir etkileşim olmaz. Güz başında üreme mevsiminin sona ermesiyle kuşlar sürüler oluşturarak üreme bölgelerini terk etmeye başlarlar ve gelecek bahara kadar sürü halinde yaşarlar. Saka ve florya tam anlamıyla göçmen kuş değildir. Yani leylekler ya da kırlangıçlar gibi hayat şartları nasıl olursa olsun, her yıl belli bir dönemde ılıman kuşaktaki üreme bölgelerini terk ederek tropikal ya da yarı-tropikal bölgelere göç etmezler. Göç hareketleri çok daha kısa mesafelidir ve hava şartları tarafından belirlenir. Meselâ İstanbul civarında yakalanan kuşların çoğu Balkanlar, daha az olarak Orta Avrupa'nın güneydoğusu ve Ukrayna'dan gelmektedir.

Kuşçuluk faaliyetleri kuşların biyolojisine göre bir yıllık bir çevrim izler. Çevrim Ekimin ortasıyla Kasım sonu arasında kuşların yakalanmasıyla başlar. 1950'lere kadar en çok ökseyle kuş tutulurdu. Ökseotu {Viscum album) ağaçların dal ve gövdelerinde biten ve üzerinde bulunduğu ağacın özsuyunu emerek beslenen, çalı biçiminde asalak bir bitkidir. Ökseotunun tohumlarının kaynatılmasıyla elde edilen son derece yapışkan maddeye de ökse denir. İstanbul kuşçularına göre ökse kahverengi ökse ve yeşil ökse olarak ikiye ayrılır. Türkiye'de bulunanı kahverengi ökse olup kalitesizdir. Yeşil ökse ise geleneksel olarak Yunanistan'dan gelmektedir. Limon ağacının Türkiye'de yaygınlaşmasına kadar Türkiye'ye Yunanistan'ın Ege adalarından, özellikle de Sakız Adasından limon gelirdi. Gemilerle gelen limon Haliç'te Yemiş İskelesine indirilirdi. İstanbul kuşçularına yeşil ökseyi de Sakızlı Rumlar limon gemilerinde getirirmiş Beyrut'ta da yeşil ökse olduğu söyleniyor.

Ökseyle kuş tutmak için önce ökse kuru kızılcık çubuklarına sürülür. Çubuklar yaş olursa ökse kesilir, yani yapışkanlığı ortadan kalkar. Ökse sürülen çubuklar "dikse" denen yapraklı bir dala ya da çalıya raptedilir. Dikse yapraksız olursa ökseli çubuklar güneşte parladığı için dikseye konan kuşlar ürküp kaçabilir. Dikse kuşların geçit yapmasına uygun, daha iyisi kuşların geçit yaptığı bilinen bir açık araziye, tercihan bir tümseğin ya da tepeciğin üzerine dikilir. Diksenin etrafına kafesler içinde yakalanmak istenen türden 3-4 kuş yerleştirilir. Güz ve kış aylarında sürüler halinde yaşayan sakakuşu ve benzerleri sürünün toplu halde hareket etmesi sırasında dağılmamasını sağlamak için sürekli olarak kısa bir ötüşle birbirleriyle haberleşirler. Diksenin etrafına yerleştirilen ve "çığırtkan" denen bu kuşlar uzaktan yaklaşan sürüyü işitince öterek hemcinslerine cevap vermeye başlarlar. Bunu duyan sürü de güvenli bir yer olduğunu zannederek dikseye iner. Yalnız çığırtkanların insana alışmış "eski" kuşlar olmaları gerekir; eğer henüz insana alışmamış kuşlar kullanılırsa bunlar uyarı ötüşü vererek sürüyü kaçırırlar. Kuşlar dikseye kondukdan sonra bir bölümü ökseli çubuklara yakalanır. Ökseye tutulan kuş başaşağı döner. Kuşçular da ökseyi tükürükle veya suyla çözerek kuşları birer birer toplarlar. Ökseli kızılcık çubukları 7-8 yıl kullanılabilir. Fazla nemde bozulur. Ökse kurursa şekerli su veya rakıyla ıslatılır.

1950'lerde Yunanistan'dan ökse getirmenin artık mümkün olmaması üzerine (muhtemelen Yunanistan'dan limon ithaline gerek kalmamasından dolayı) ağla kuş tutmak yaygınlaştı. Bu yöntemde yine diğer usuldeki gibi yer seçimi yapılır. Ortaya saka tutulacaksa sakadikeni, florya tutulacaksa sap ayçiçeği konur. Bu bitkinin tohumları bu kuşların doğada en severek yedikleri besinlerdir. Yanına ''patalya (veya petelye) değneği" denen, çatal uçlu bir değnek dikilir. Her çatala "patalya" denen bir kuş, kanatlarının altından ve sırtından geçen ve "gömlek" adı verilen bir bez kuşaktan bağlanır. Gergi ipleriyle gerili olan ağ ise çekilince bu bölgenin üzerine kapanacak biçimde yere kurulur. Ağın etrafına yine kafesler içinde çığırtkanlar yerleştirilir. Uzaktan sürü görününce patalya değneği ipinden çekilerek patalyaların çırpınması sağlanır. Amaç sürünün dikkatini çekmek ve onlarda içgüdüsel olarak mevcut bulunan hemcinslerinin yanma konma isteğini uyandırmaktır. Sürü dikenlere konduğu zaman çeki ipiyle ağ çekilerek kuşlar yakalanır.

Kuş tutmada en çok toprağa çakılan dokuz kazıkla raptedilip gerildiği için "dokuz kazık" denen dikdörtgen ağ kullanılır. Bu ağın kurulmasının mümkün olmadığı dar yerlerde ise dört veya beş kazıkla tutturulan, üçgen şeklindeki "muska ağ" kullanılır. Kuş ağları sardalya gözü balık ağından torlu olarak yapılır.

İstanbul'da eskiden kuş tutulan yerlerin başında Yenibahçe bölgesi geliyordu. Bugün adı bile unutulmak üzere olan Yenibahçe, Bayrampaşa (Likos) Deresinin Edirnekapı ile Topkapı arasında surlardan içeri girdiği kesimden dere yatağı boyunca Aksaray'a doğru uzanan ve büyük bölümü bahçe ve bostanlarla kaplı olan bir bölgeydi. Bu yeşil örtünün arsasına serpiştirilmiş, çoğu bostancı Arnavutlara ait evler de vardı. 1955'te Vatan Caddesi'nin açılması sırasında dere yatağı ve bostanlar büyük ölçüde tahrip edilerek Yenibahçe ortadan kaldırıldı. Bugün o bostanların yerleri Vatan Caddesi, Emlâk Bankası apartmanları, Karayolları Lojmanları, Emniyet Müdürlüğü vs. tarafından işgal ediliyor. 1930'lar-50'ler arasında Kuşçu Yakup'un Yenibahçe'deki bahçesinde baharda ve yazın kuş öttürülür, güzün kuş tutulurmuş. Yenibahçe dışında sur içinde Altımermer ve Sultanselim'deki çukurbostanlarda, yani eski Bizans sarnıçlarında, sur dışında Mevlânakapı ilerisinde Anastos'un bostanında, Edirnekapı'dan Yedikule'ye uzanan mezarlıklarda, Çırpıcı Çayırı yakınında Cevizlibağ'da kuş tutulurmuş. Üsküdar tarafında ise Seyidahmet Deresi, Çamlıca, Toygartepe, Karacaahmet başlıca kuş tutma yerleriydi.

 

KARGALAR

     

Corvidae ailesine bağlı olan kargaların tüm kuşların en akıllıları olduklarına inanılır ve yüzyıllar boyunca neden bu kadar saygı gördükleri şaşılacak şeydir.

  KARGA
 

Bir karganın dişi mi erkek mi olduğunu sadece dış görünüşüne bakarak söyleyemeyiz. Dna kan testi cinsiyeti belirler. Kargaların günlük yaşamlarıyla ilgili çalışmalar, özellikle yuvalama dönemi boyunca, cinsiyete dair bir ipucu verebilir ancak bu çoğu kişinin gözlemleyebileceği bir şey değildir. Kargaların siyah olmasının bir sebebi vardır. Bu onların türünün tanınması içindir. Bir karga diğer bir kargayı,gün içinde, uzaktan rahatlıkla tanır çünkü siyah gün içerisinde oldukça rahat görünür. Doğada kargalar 10 yıl yaşarlar bu +/- 2 hatta 3 de olabilir (Dilling, 1988, Ontario Bird Banding Association Newsletter 22:2-3). Bilinen ikinci en yaşlı olan ise 14 yaşında ve 7 aylıktır (Clapp et. al., 1983, Journal of Field Ornithology, 54(2): 123-137). Kargalar neredeyse herşeyi yer. Kargaları bir fast food restoranının, park yerindeki çöplerden kendisine bir ziyafet çekerken bulabilirsiniz. Onlar böcek, kurt, fare, yumuşak meyve, mısır ve diğer lezzetli şeyleri yerler. Yetişkin bir karga her gün 11 ons gıdaya ihtiyaç duyar.Bir çok insan kargaların tarla mahsüllerine zarar verdiğine inanır. Bu her zaman doğru değildir. Kargalar sık sık zararlı böcekleri yer ve bu da çiftçilere fayda sağlar.

Kargalar doğada oldukça sosyallerdir. Kendi türleriyle etkileşim içinde olmak (ya da birbirlerini etkilemek) onlar için çok önemlidir. Erkek kargalar arzu ettikleri dişiye kur yaparlar. Erkek dişiyi elde etmek için tüylerini kabartır, kasıla kasıla yürür, dişinin yakınında uçar. Bir kez çiftleşti mi, bu ömür boyu devam eder. Kargalar yalnızca kendi ailelerini savunmak ve korumakla kalmaz, ayrıca diğer kargaların da yardıma ihtiyaç duymaları ya da tehlike içinde olmaları durumunda yardıma gelirler. Kargalar işbirlikçi hayvanlardır. Her iki ebeveyn karga da yumurtaların üzerine oturur. Ailenin her üyesi yavruların bakımında yardım eder. Yuvalama dönemi gelince genç kuşlar anne babalarına, yuvalama materyalleri bulmaya yardım ederler. Anne karga yuvalama materyallerini rahat ve yumuşak bir yuvaya dönüştürür. Kuluçkadaki yumurtaların sayısı genellikle 4 ile 6’dır.

Baykuş ve şahinler kargaların iki düşmanıdır. Kargalar bir puhu ya da şahinin saldırması durumunda biraraya gelir ve hayvanın etrafına üşüşerek rahatsız ederler.

Kargalar Yeni Zelanda, Antartika ve Güney Amerika haricinde tüm dünyada bulunurlar. Kargaların var oluşu insan gelişimi ile alışıla gelmiştir. Kargalar şu an insan atıklarının kümelendiği alanlarda bulunmakta ve gelişimleri sürdürmektedirler. Çoğunlukla sabahları çöp atıklarını boşaltmaya gelen konteynerların yanında gezerler. Kargalar dünyanın her ülkesinde ve şehirinde bulunmaktadır. Kargaların neden hızlı bir şekilde ürediğini biri soracak ve suçlayacak olsa, bu alt akademedeki insanların suçudur diyebiliriz. Öte yandan, Kuzgunlar bunun sonucu olarak hızla artan insan populasyonundan ayrı yerlere çekilmişlerdir.

Kargalar, özellikle Kuzgunlar ölümün yanında hastalık ve günahın da sembolü olmuşlarıdır. 'Tanrının planının bir kusuru varsa, o kusur bu kuşlar olmalıdır' denir. Shakespeare Macbeth'de der ki; 'Kuzgun sesiyle kötülüğün kapılarını açar' ve Othello'da 'Kuzgun hastalık dolu evin üzerinde dolanır', ikisinde de kuzgun kötülüğün imzasını bağırır.. Heinrich, 'kuzgun günahkarla eş anlamlıdır' der. İncildeki iddialara rağmen Heinrich'e göre 'kuraklık ve kargaşa zamanları boyunca kutsal keşişleri beslemişlerdir'. Kral 17:6 da, Tanrının mesajı: 'Buradan ayrılın ve doğuya dönün. Cherit nehri boyunca saklanın. Orası Ürdün'ün doğusudur. Dereden su içebilirsiniz. Kuzgunlara sizi orada beslemeleri için emir verdim'.

Bununla birlikte eski dünyanın karanlık egemen düşüncelerine karşın Amerika kıtası yerlileri Kuzguna en azından saygıyla yaklaştılar. Karga ve Kuzgunlara dair birçok hikayeleri vardır. Özellikle Alaska'da bir kuzgunu öldürmek en büyük tabudur ki o saldırgana 'hiçbirşey' ama zarar getirir..

Kur'an-ı Kerîm'de, Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Çünkü ilk defa bir ölüm oluyor ve Kâbil gömmeyi düşünemiyordu. Yapacağı işi bir kargadan öğrenince) "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek konusunda, bu karga kadar olamadım' dedi de ettiğine yananlardan oldu" (el-Mâide 5/27-31).
Hz. Peygamber karga eti yiyenin fâsık olduğunu (İbn Mâce, Sayd. 19), Fâsıkların cehennem ehli olduklarını (Ahmed b. Hanbel, III, 428, 444) bildirmiştir.

St.Lawrence Adası'nda arkeolojik kazıları sırasında 45 değişik kuşun kemikleri bulunmuştur. Ama özellikle Kuzgun kemikleri yoktur. Bu 1100 yıllık Eskimo uygarlığının Kuzgunlara gösterdiği saygıyı akla getirir. Kuzgun herzaman yumuşak huylu olmamasına rağmen bazı bölgelerde kuzgunlar evcil bile sayılırlar.

Kuzgunun, Dünyanın orjinal yaratılışında insan için daha az rahat yaşanır bir yere çevirdiğine inanılır. Böylelikle hayat o kadar da 'kolay' olmayacaktır..

İnsanların karmaşa ile kavgasını seyretmek kuzgunlar için bir eğlence kaynağı olmuştur.. Bununla beraber kargaların ve kuzgunların bu oyunbazlık ünü onların espri anlayışları ve oyuncu olmalarından kaynaklanıyor olabilir. Hikayeler onların çalı çırpı yakalamaca oynayarak, buzlu kayalardan sırtüstü kayarak, kendilerinden daha büyük hayvanların kuyruklarını çekerek ve dalma yaparak kışkırtmak gibi maskaralıklar yaptıklarının sayısız örnekleriyle doludur. Ben birkaç kez bir çift karganın, insanların üzerine dalarak oyun taktiği yaptıklarını ve bizlerin bu çeşitli provakasyonlara olan tepkimizi ölçtüklerine şahit oldum.

Fakat benim oyunbazlık üzerine 2 favori hikayem var :

İlkinde, bir adam kuzgunlar üzerinde araştırma yapıyordu ve incelemeler için gerekli olan bir kuzgunun vurulması için üstleri tarafından görevlendirilmişti. Adam bir hayvanı vurmaya yönelik şüpheleri olmasına rağmen emirleri uygulamak zorunda kaldı. Kuzgunu farketti, görüş alanında sabitledi ve ateş etti. Sadece kanadını sıyırabildi ancak kuzguna ciddi bir yara açamadı ve kuzgun tereddüt etmeden çevrede daireler çizmeye devam etti ve adamın üzerinde derin etki bırakacak hediyesini vermek için ilerledi. O yemeği düşünmediği sürece hiçbir zaman başka bir hayvanı öldürmedi.

İkincisi, neden tavşanlara tuzak kuramadığını düşünen fakat gerçekte bunu kargalar üzerinde deneyen bir adamla ilgili. Adam ve arkadaşları sık sık kargalara ateş ederler fakat çok az başarı elde ederlerdi ( Kargaların itinayla hazırlanmış takım koruma sistemleri vardır). Böylece, günün birinde adam onları korkutacak bir planla çıkageldi. Yere çok büyük aynalar yerleştirecekler ve böylece kargalar kendi yansımalarını aynada görecekler ve kendi görüntülerinden korkacaklardı. Aslında kargalar aynalar için oldukça meraklandılar. Fakat daha sonra alışılmadık bir biçimde ,teker teker, aynaların tüm yüzeyini kaplayacak şekilde dışkılarını bırakarak bir geçiş yaptılar. Tüneklerinin yanına doğru ilerlediler ve maskaralık yaparak deli gibi bağırdılar. Doğal olarak neden birisinin kargayı ya da kuzgunu kendine arkadaş olarak seçmekten kaçındığını anlayabiliyorum. Bu kadar zeki, marifetli, koruyucu, maceracı ve bir sürü ilgi çekici oyun özelliklerine rağmen, güven/korku meselesi ilişkiyi alt üst edebiliyor. Fakat ben kuşları aile ve arkadaş ile uyumlu görmeyi tercih ediyorum. Ben onları esnek, uyumlu ve zekayı teşvik eden kuşlar olarak görüyorum. Ben onların susuzluğu her zaman bir içgüdü olarak algılamalarını ve her zaman çıkarlarına ve verimliliklerine uyan yeni şeyleri test etmelerini beğeniyorum. Ve ben kuzgunu, Alaskalıların düşündükleri gibi, ihtiyaç duyulduğunda ve dilendiğinde iyi şans getiren sevecen bir kuş olarak görmeyi tercih ediyorum.

Michio Hoshino’nun kitabından : “ Bazen insanlar yardım dilemek için kuzgunu çağırır. Avlanırken kuzguna söylediğimiz şeylerden biri de şudur ‘Tseek'aal, sits'a nohaaltee'ogh,’ bunun anlamı ‘Büyükbaba bana bir bohça bırak’ tır. Yine kitaptan bir kadının iddiası : “insanlar ormanın derinliklerinde özellikle yalnız olduklarında kuzgunu gördükleri zaman onunla konuşuyorlar. Aynı bizim tanrıya dua ettiğimiz gibi onunla konuşuyorlar.”

Kargaların ve Kuzgunların gizemli kuşlar oldukları şüphe götürmezken, günümüzde onlar üzerindeki ilginin sürmesine rağmen bu yaratıklar üzerindeki bilimsel araştırmalar süpriz şekilde az.

Kuzgunların zor bir araştırma konusu olması anlaşılabilir. Onlar zeki, ketum, çok çeşitli ve tırmanmanın zor olduğu dağlık alanlardalar.

Fakat Onlar heryerdeler...
Ancak bariz önyargılara dayanarak çoğu insan onları karizmatik bir araştırma konusu olarak görmüyor. Fakat, bilimadamları kargaların deneysel potansiyelleri kadar gizemlerinide kabullenmeye başlıyorlar. Bu bilimsel topluluktan kargalar ve kuzgunlar ile ilgili daha birçok araştırmalar ve yazılar çıkıyor. Fakat, bu tür çalışmalar bu hayvanların özelliklerine yönelik bilgiler versede sık sık cevaplardan daha çok yeni sorular ortaya çıkıyor.

Henry Miller’ın sözlerini düşünün : “ Neyi bilmek istediğinizin ya da neye dokunduğunuzun hiç önemi yok, gizem denizinde kaybolacaksınız. Görüyorsunuz, burada başlangıç ve bitiş yok istediğiniz kadar geri ya da istediğiniz kadar ileri gidebilirsiniz. Fakat hiçbirşey elde edemeyeceksiniz”.

 

 ANADOLU’DA GÜVERCİNLER

     

Güvercinler, kentlerin vazgeçilmez kuşları… Kaya Güvercini (Columba livia) gibi türlerin yaşamak için kentleri seçmelerinden dolayı en tanınan kuşlar arasında birinciliği onlara vermek doğru olacaktır. Güvercinlerin insanla bu denli içli dışlı olması onlara özel anlamlar yüklenmesine de neden olmuştur. Örneğin Eski Yunan mitolojisinde güzellik ve aşk tanrıçası Aphrodite’yi (Roma’da Venüs) güvercin simgeler. Eski Yunanca’da “peristera” güvercin anlamına gelir. (Farsça’da ise peristo’dur.) Eski Yunan mitolojisinde peristera, Aphrodite’nin yanında dolaşan perilerden biridir.

  beyaz güvercin

Bir gün Aphrodite ile Eros çiçek toplamak için yarışıyorlardı. Aphrodite Peristera’nın yardımı ile yarışı kazandı. Eros’un bu müdaheleye canı sıkıldığı için Peristera’yı güvercine dönüştürdü. Bu ve benzeri mitoslar Yunan ve Roma mitolojisinde oldukça sık görülür. Dinsel inanışta da güvercinin farklı bir yeri vardır. Üç büyük dinde de güvercin kendini gösterir. Güvercinle ilgili ilk dinsel bilgiler Tevrat’ta yer alır. Nuh Peygamber, tufanın dinip dinmediğini anlamak için bir güvercin uçurur. Güvercinin ağzında yaşamın sürdüğünü müjdeleyen bir zeytin dalıyla dönmesi onun evrensel barış simgesi olmasına yol açmıştır. Benzer biçimde güvercinin Hıristiyanlıkta da önemli bir yeri vardır. İncil’de Yahya tarafından vaftiz edilen Hz. İsa’nın başına “Kutsal Ruh”un beyaz bir güvercin olarak konduğu anlatılır. Bu nedenle güvercin Kutsal Ruh’un temsilcisidir. İslamiyet’te Hz. Muhammed’in Kureyşlilerden kaçarken Sevr Dağı’nda sığındığı mağaranın girişinin örümcekler tarafından ağla kapatıldığı, bir güvercinin de orda yuva yaparak onu kurtardığı aktarılır. İslamiyet’te aileye bağlılığın simgesi olan güvercin, insanlar arasında gönülden gönüle sevgi taşıyan bir hayvan olarak da bilinir.

Güvercinin bu denli önemle benimsenmesinden dolayı onlara bir çok binada kuş evleri yapılmıştır. Anadolu’daki ilk örnekleri 16. yüzyıldan başlayarak İstanbul, Edirne, Amasya, Konya, Kayseri ve Niğde’deki camilerde, köprülerde, kütüphanelerde ve sivil mimarlık yapılarında görülebilir. Genellikle kursaklarına doldurdukları tahıl tanelerini sindirebilmek için sık sık su içme gereksinimi duyduklarından “su pınarlarının koruyucu kuşu” olarak da anılan güvercinin Anadolu insanı için çok farklı bir yeri daha vardır. Bu önem güvercin gübresinin Anadolu insanı tarafından kullanılmasıdır. Özellikle Kapadokya Bölgesinde görülen binlerce güvercinlik işte bu amaca hizmet eder. Kapadokya Bölgesinde yer alan güvercinlikler genel olarak 19. ve 20.yy’a ait olmasına karşın ender olarak 18. yy’da yapılmış örneklere de rastlama olanağı vardır. Kapadokya’daki güvercinliklerin en küçükleri bile yüzden fazla kuşu barındırabilecek kapasitede ve yedi-sekiz katlı olabilmektedir. Bölgedeki bir başka tip güvercinlik de Bizans Döneminde kilise ve manastır olarak kullanılmış yapıların giriş ve pencere boşluklarının kapatılması ile luşturulanlardır. Bunlar sayesinde kiliselerin duvar resimleri sağlam kalabilmiştir. Çünkü güvercinliklere yılda sadece bir kez güvercin gübresi almak için girilmekte ve daha sonra tekrar bu boşluklar kapatılmaktadır. Güvercinliklerin dış yüzeyleri güvercinlerin yuvaları daha rahat fark edebilmeleri için beyaz renge boyanmıştır.

Bezemeler ise yöre halkının zevkidir. Genellikle geometrik bezekler görülmekle birlikte, hayat ağacı ya da çeşitli hayvanların betimlemeleri de yapılmıştır. Osmanlı döneminde evliliklerde çeyiz olarak verilebilen, halk arasında alınıp satılabilen güvercinler günümüzde de yaygın bir gelenek olan “güvercincilik” adıyla yapılmaktadır. Güvercincilik bir merakla başlar ama sonra aşırı tutkuya dönüşür, bir alışkanlık halini alır.

Güvercinler bir çok sanat dalında da sanatçılara esin kaynağı olmuşlar. Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaygın olarak görülen çini sanatında bir çok güvercin tasviri görülmektedir. Aynı şekilde yine Osmanlı Döneminde cam biblo güvercinler dikkat çekici nitelikler taşırlar.

Kuşadası’nda düzenlenen “Altın Güvercin Müzik Yarışması” bazı kuruluşların güvercini amblem olarak seçmesi (Beyaz Güvercin) ve daha bu konuda verilebilecek pek çok örnek güvercinin günümüz Türkiye’sinde eskiden olduğu gibi önemsendiğinin bir göstergesidir. Sanırım kendi kültürümüzde bu kadar önemli yere sahip olan bu kuşlara artık farklı bir gözle bakabiliriz. Ne dersiniz?

KÜLTÜR TARİHİ VE KUŞLAR

Çağdaş arkeoloji, yanlızca maddesel kültür ürünleriyle ilgilenmez; kültürleri yaşadıkları doğal çevreyle birlikte de ele alır. Bunun için arkeolojinin iş birliği yaptığı bilim dallarına her geçen gün yenileri katılmaktadır. Şüphesiz ki bu bilim dallarının incelediği konular da kazı alanlarından çıkmaktadır. Örneğin bir kazıda bulunan kemikleri arkeozoolog, bitkileri arkeobotanist ve maden nesneleri de arkeometallurjist inceler.

Dünya tarihinde bilinen en eski kuş betimlemesi Chauvet Mağarası'ndadır. Yaklaşık 30-35 bin yıl öncelerine ait olan bu kuş pek çok yerde bir baykuş olarak tanımlansa ve genel olarak öyle sayılabilse de, kulak tüylerinin varlığından dolayı, olasılıkla bir Puhu’dur. Kulak tüyleri olan diğer baykuş türleri İshakkuşu ve Kulaklı Orman Baykuşu’dur. Chauvet Mağarası’ndaki puhunun sırtı çizilmiştir ve/fakat yüzü tam olarak arkasına dönüktür. Bu baykuşların kafalarını 180 derece çevirebilmeleriyle ilgili de en eski betimdir.

Neolitik Çağ’ın başlamasıyla birlikte şimdilik bildiğimiz betimlenen kuş türü sayısı da artar. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ yerleşimleri olan Nemrik, Jerf el Ahmar ve Nevali Çori’de yırtıcı kuş betimlemeleri ortaya çıkar. Aynı döneme ait Göbekli Tepe’deki taş stellerin üzerinde de kuş betimlemeleri vardır.

Kuşların belki bir ağ ile yakalanmasının betimlendiği sahne oldukça ilginçtir. Yine Göbekli Tepe’de bulunan stellerin üzerinde çeşitli hayvanlarla birlikte bir de “olası” leylek betimi vardır. Çanak Çömlekli Neolitik Çağ’da Çatal Höyük mabetlerindeki akbaba betimlemeleri olasılıkla ölümün sembolü olarak duvarlara çizilmişlerdir. Burada betimlenen kara akbabaların başsız insanlara saldırıyormuş gibi betimlenmiş olması ölü/ölü atayla ilgili ayinlerde, cesedin üzerindeki etlerin önce akbabalar tarafından temizlendiğini ve cesedin ondan sonra gömüldüğünü anlatıyor olabilir.

Kalkolitik Çağ’da betimlenen kuşlar bahri, kaşıkçı, flamingo, leylek, kuğu, akbaba, kumru ve puhudur. Halaf kültürünün gerek yayıldığı alan ve gerekse etkileşim kurmuş olabileceği alanlar içinde, kuşların belki yüz binlerce yıldır süren Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasındaki göçlerinin izlenebileceği alanlar da vardır. Bu durumda çanak çömlekte betimlenen kuşların sadece yerel özelliklerden çok, tüm Eski Dünya’nın ekolojisini yansıtması olasıdır.

Kuş bezekleriyle bezenen çanak çömleklerin bazılarında, betimlenen kuş cinslerinin ve hatta türlerinin saptanabilmesi, şüphesiz, çevrenin iyi gözlemlenmiş ve bu gözlemlerin ayrıntılı bir şekilde çanak çömleğe çizilebilmiş olmasından dolayıdır. Bundan yola çıkarak Halaf kültürü topluluklarının, çevrelerini iyi tanıdıklarını ve gözlemlerini ayrıntılı bir şekilde yansıtabildiklerini düşünmemiz yanlış olmayacaktır. Diğer yandan önemli bir sonuç da tanımlanabilen sekiz kuş türünden dördünün (flamingo, kaşıkçı, bahri, kuğu) göller ve sazlıklar gibi sulak alanlarda yaşamakta oluşudur. Bu da Halaf topluluklarının sulak alanlarla olmuş olan ilişkisinin anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. Sonuç olarak, bir kültürün ilişki içinde olduğu kuşların tanınması, o kültürün yaşadığı doğal ortam, besin ekonomisi, çevresiyle olan ilişkileri ve mitolojik öğelerinin anlaşılmasına olanak sağlayabilir.

Tunç Çağlarına ait çanak çömlekler üzerinde betimlenen kuş türleri şunlardır: kaşıkçı, flamingo, leylek, ördek, kuğu, akbaba, kumru/güvercin ve baykuş.

Kuşlar Sümer mitolojisinde önemli bir yere sahiptirler. Gilgameş’in sözde babası Uruk kralı Emmekar bir falcıdan kızının doğuracağı çocuğun kendisini öldürüp krallığı elinden alacağını duymuş. Bunun üzerine kral kızını bir kuleye kapattırmış ve yanına da bir bekçi koymuş. Fakat kız yine de hamile kalmış ve doğan çocuğu gören bekçi kraldan korkarak çocuğu, yani Gilgameş’i kuleden aşağıya atmış. O sırada kulenin altından bir kartal geçmekteymiş. Çocuğun düştüğünü gören kartal onu özenle alıp bir bahçeye bırakmış.

İlk kez Sümerlerin yazdığı Tufan efsanesinde de kuşların önemli bir rolü vardır. Tufan bittiğinde, çevrede bir kara parçasının bulunup bulunmadığını anlamak için önce bir güvercin uçurulmuş, konacak yer bulamayan güvercin geri dönmüştür. Bunun üzerine bir kırlangıç bırakılmış, fakat o da aynı nedenden geri dönmüştür. En son olarak, bir karga uçurulmuştur ve karga konacak bir yer ve yiyecek bulduğu için geri dönmeyince çevrede bir kara parçasının olduğu anlaşılmıştır.

Boğazköy, Kuşaklı ve Keban baraj gölü çevresinde yapılan kazılarda ortaya çıkan metinlere dayanılarak, Hititlerin kuşlardan kaz, keklik, birkaç tür ördek, kartal, şahin ve turnayı tanımladıkları bilinmektedir. Yunan mitolojisinde baş tanrı Zeus’un alametlerinden birisi kartaldır. Bu dönemden sonra kuşların kanatlarını, çoğunlukla gökyüzünde olduğu düşünülen tanrılardan haber getiren meleklerin sırtında görmeye başlarız ve bu betim günümüzde de sürer. Tanrılar hep yukarıdadır ve insan hep aşağıdadır; onlara ulaşmak için kanat ve uçmak gerekir. Uçağın, roketlerin icadından önce insanlar için en ulaşılmaz alanlardan biri de gökyüzüydü ve belki de bu yüzden kuşlar hep tanrıyla insan arasındaymış gibi düşünüldü.

Hıristiyanlık’ta da kuşlar önemli simgelerdir. Örneğin güvercin kutsal ruhu simgeler. Bu konuda çok iyi bir betimlemeyi ressam Michelangelo’nun Yahya’nın İsa’yı vaftiz ederken betimlediği resimde görebiliriz: Bu resimde kutsal ruh, bir güvercin şeklinde Yahya ve İsa’nın üzerlerinden uçmaktadır. El Greco da, “Cebrail’in Meryem’e Haber Getirmesi” adlı tablosunda melek Cebrail’i kanatlı olarak resmetmiştir. Ayrıca İncil’in çeşitli yerlerinde yaklaşık 25’ten fazla yerde kuşlardan söz edilmiş ve akbaba yenmesi yasaklanmıştır. İslam efsanelerinde de kuşlardan sıkça söz edilmiştir. İslam’a Sümer efsanelerinden girdiği anlaşılan Tufan efsanesi İslam’da biraz daha değişiktir. Nuh’un yaptığı geminin başı ve arkası bir horozu andırmaktadır ve genel olarak gövdesi kuşa benzemektedir. Bu geminin en altına dört ayaklı hayvanlar, ortasına insanlar ve en üst katına da kuşlar konmuştur. Bu, İslam’da da tanrının yukarıda olduğu ve kuşların tanrıyla insan arasında olduğunun düşünüldüğünü göstermektedir. Nuh Tufanı olarak bilinen tufan efsanesinin sonunda Nuh, yine bir kara parçasına yakın olup olmadıklarını anlamak için kuşlardan yararlanır. Fakat artık uçurulan kuşların sıralaması değişmiştir; önce karga uçurulur. Fakat karga suda yüzen bir leşe konduğu için geri dönmez ve daha sonra güvercin uçurulur. Güvercin ayaklarında yosun, ağzında zeytin dalıyla gemiye döndüğünde karanın yakın olduğu anlaşılır. Bunun üzerine tanrı bu fedakarlığı dolayısıyla güvercinin boynuna bir nişan takar (İslam Ansiklopedisi: “Nuh”).

Yaygın olarak bilinen bir başka İslam efsanesi de peygamber Muhammet’in düşmanlarından kaçarken saklandığı mağarayla ilgilidir. Efsaneye göre, Muhammet mağaraya girip saklandığında bir örümcek hemen mağaranın girişine ağ örmüştür ve bir güvercin de mağara içindeki yuvasında bulunur. Bunları gören düşmanları mağarada kimsenin olamayacağını düşünümüştür. Müslümanlar, kuşlara olan bu borçlarını yaptıkları büyük yapılardaki kuş köşkleriyle ödemeye çalışmışlardır. Osmanlı mimarisinin özellikle 18 ve 19. yüzyıl eserlerinde bu tür kuş köşklerini görmek hala mümkündür.

Çağdaş sanatta kuşların ne kadar büyük bir yer tuttuklarını anlatmak ne yazık ki, bu küçük yazıda mümkün değildir. Ancak, burada iki örneğe değinebiliriz. Hollandalı ressam Van Gogh’un intiharından önce yaptığı son resmin, bu konuda bazı tartışmalar sürse de, “Buğday Tarlası ve Kargalar” olduğu düşünülmektedir. 1890’da çizilen bu resimde fırtınalı bir gökyüzünde uçuşan kargalar vardır. Van Gogh şöyle yazmıştır: “Kafesteyim, bir kafesteyim ve ihtiyacım olan her şey yanımda, aptallar! İsteyebileceğim her şeye sahibim! Ah sevgili tanrım, özgürlük istiyorum, yani diğer kuşlar gibi bir kuş olmak.”. Bu yazının da gösterdiği gibi, kuşlar çok zaman özgürlüğün de simgesidir.

Çağdaş sanatla ilgili bir diğer örnek de, Picasso’nun yapıtlarıdır. Picasso’nun Türkiye’de de sergilenmiş seramiklerinin arasında baykuş ve ördek betimleri de vardır. Çocukluğunda yaptığı resimlerde sık sık güvercinlere yer veren Picasso, güvercinin evrensel bir barış simgesi olmasında önemli rol oynamıştır. 1949’da, yaptığı bir güvercin resminin üyesi olduğu Fransız Komünist Partisi’nce hazırlanan “Dünya Barış Kongresi”nin afişinde kullanılmasından sonra Picasso, doğan kızına “güvercin” anlamına gelen “Paloma” adını koymuştur.

İnsanların kuşları simge olarak kullanmalarını tarihin her döneminde görebiliriz ve bu simgelerden yola çıkarak bazen toplumların yaşadıkları doğal çevreyle ilgili bilgiler, bazen de mitolojilerini öğrenebiliriz. Bugün de bu tür simgeler kullanılır. Pek çok ülkenin ordularının simgesi, gücü simgeleyen kartaldır. Kartal Roma İmparatorluğu’nun simgesi olduğu gibi, bugün de Amerika’nın simgesidir. Eski Mısır’da şahinlerin güneşle ilgili oldukları düşünülürdü ve bugün de pek çok toplum şahinlerin ruhlarla ilgili olduğunu düşünür. Bugün şahin, Asyalı toplumların çoğunda bir prestij sembolüdür.

Betimlenen en eski kuş olan baykuş, Yunan mitolojisinde Athena’nın simgesidir. Bugün çoğunlukla kötülükle ilgili olarak düşünülür; hatta Meksika’da şeytanın simgesi olarak görülür. Yine de Meksika’nın da dahil olduğu, dünyanın pek çok yerinde insanları baykuş bibloları biriktirir.

Doğadaki leşleri yiyerek, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına engel olan akbabalar, çoğunlukla ölümle ilgili olarak düşünülür. Eski Mısır’da büyüsel güçleri olduğuna inanılan akbabalar, İnkalar için tanrılara mesaj götüren bir kuştur.

Güvercinler dünyanın her yerinde barışın sembolüdürler. Pek çok din için kutsal sayılırlar. Sembolizmde güvercin ya da kumruların önem kazanmasının bir nedeni de insanlarla birlikte, şehirlerde yaşamalarıdır. Güvercin ve kumru betimlerinin ortaya çıkışını hem şehirleşmenin bir aşaması olarak görebiliriz, hem de, bu kuşların insanlarla birlikte yaşama alışkanlıklarını ne zaman kazandıklarını bu betimlerden yola çıkarak saptayabiliriz.

Tarih öncesine genel olarak baktığımızda, insanın betimlediği yaklaşık on tür kuş kuş olduğunu, bunlardan altısının sulak alanlarda yaşayan kuşlar olduklarını, üçünün yırtıcı kuşlar olduklarını görürüz. Paleolitik Çağ için şimdilik bilinen yalnızca bir kuş betimi olsa da, betimlenen kuş türü sayısının Neolitik Çağ’la birlikte arttığını söyleyebiliriz. Bu artışın Neolitik Çağ’ın daha iyi bilinmesinden dolayı olmadığını kabul edersek, Neolitik Çağ’ın simge kullanımı konusunda da yenilikler getirdiğini düşünebiliriz.

 

Bugün 8 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol